Bir insan yavrusunu kim büyütmeli?

İnsan kendisini çok özel, tüm canlılardan farklı bir yerde konumlandırdığı için olsa gerek, insanı doğurmak da ayrı bir kutsallık içeriyor. Doğuran kadına yüklenen bu kutsal annelik pâyesinin, ne kadar onun lehine çalıştığı ise tartışılır. Retorikte, cenneti ‘doğuran kadın’ın ayakları altına seren bu özellik, gerçekte kadının kontrol altında tutulmasını gerektiriyor.

Bir sağlık sorunu olmadığı ve arzu ettiği takdirde, hayatlarının uzunca sayılabilecek bir döneminde tüm kadınlar doğurma yetisine sahiptir. Özellikle, insanın kendine ilişkin bilincinin yeni yeni gelişmeye başladığı eski çağlarda kadının bu doğurabilme, yaratma kapasitesinin erkek cinsine anlaşılmaz ve korkutucu geldiği söylenebilir. Erkekler Kadınlardan Neden Korkar adlı kitabında bu korkunun nedenlerini ele alan Jean Cournut şöyle söyler: "Temelde bir korkudur bu. O halde şu varsayım ileri sürülebilir: Erkekler kadınları egemenlikleri altında tutarlar çünkü onlardan korkarlar; kendilerini, korktukları şeye karşı savunmak için ellerinden geleni yaparlar; en akla yatkın olandan en büyüsel olana kadar her türlü yönteme başvururlar"(1). Herhangi bir insan yavrusunun biyolojik annesinin kimliği asla soru işareti değilken, babanın kimliğinin kesin olarak belirlenmesi ancak yakın zamanda mümkün olabildi. Bu nedenle çağlar boyunca dölün kime ait olduğu sorusunda hep bir kuşku unsuru söz konusu oldu. Bu kuşkunun azalması için, kadının kontrol altında olması gerekiyordu.

Erkeğin kadını egemenliği altında tutmak adına giriştiği yöntemler sayısızdır ve on binlerce yıl içinde oldukça çeşitlendiği ve geliştiği söylenebilir. Anneliği kutsallaştırarak kadını anne kimliğine hapsetmek ve ideolojik aygıtlar aracılığıyla sürekli olarak "ideal bir anne" tasviri çizmek de bu yöntemlerden biri. Annelik kutsallaştıkça çocuk büyütmenin toplumsal boyutları da o oranda göz ardı ediliyor. Çocuğun yetişmesinde babanın rolüne işaret edip daha eşit bir ebeveynlik anlayışına vurgu yapan yaklaşımlar bu anlamda görece ileri bir noktada olsa da, esasında insanın toplumsal bir varlık oluşunu gözden kaçırarak konuya yine bireysel bir noktadan yaklaşıyorlar.

Mother with two children II, 1915, Egon Schiele Mother with two children II, 1915, Egon Schiele

Tüm memeliler, dünyaya getirdikleri yavrularla belirli bir süre ilgilenir, onları besler, korur ve temel hayatta kalma becerilerini aktardıktan sonra vahşi dünyaya salarlar. İnsanlar içinse bu süreç, gereğinden fazla uzun. İnsan yavrusu ayaklanıp, kendi başına yürümeye başladığında, derdini anlatacak kadar konuşabildiğinde, yemeğini kendi yemeyi başardığında dahi ebeveyninden ayrılamıyor. Odasını toplamayı öğrenmesi, alışveriş yapmayı becerebilmesi, birden fazla dili konuşur ve zorlu matematik problemlerini çözer hale gelmesi bile yeterli olmuyor! Modern dünyanın sıradan insandan beklediği şeylerin listesi uzadıkça ailelerin yükü de o oranda artıyor. Yaşantımız bu kadar kompleks, beklentiler bu kadar yüksek olmasına rağmen, bir insan yetiştirme sorumluluğunu neredeyse tamamen aileye ve aile içinde de özellikle kadına yüklemek size de fazlaca talepkâr gelmiyor mu?

Buradaki tuhaflığın göz ardı edilmesi için, annenin kendisini çocuğa adama sürecine bir kutsallık atfedilmesi gerekiyordu belki de. Son zamanlarda ise, anneliğin kutsallığı yeteri kadar motive edici olmuyor olsa gerek. Neyse ki, sosyal medya yardıma koşuyor burada. Hamileliğe özel fotoğraf çekimleri, ‘baby shower’lar, ilk diş, ilk doğum günü, ilk adım, çocuğun ve anneliğin her anının sosyal medyada paylaşımı ve peşine düşülen bir ideal annelik mevhumu… Tüm bu olanlar içinde en çok şaşırdığım da, koskoca kadınların bir anda, kendilerini üç-beş aylık bebeklerinin annesi olarak tanımlamaları ve bu annelik sıfatını bunca zaman sahip oldukları tüm tanımların önüne koymaları. Tüm bu aşırılıkta, hormon etkisini bir yana koyarsak, bilişsel çelişki teorisi ile açıklanabilir bir yan da olduğunu düşünüyorum.

Bilişsel çelişki teorisi (cognitive dissonance theory), insanların tutum ve inançları arasında bir uyuma ihtiyaç duyduğunu ve uyumsuzluk durumlarından kaçınmaya çalıştığını öne sürer. Davranış ve düşünce arasında uyumsuzluk olduğu durumlarda, insanlar bu durumu üç şekilde çözmeye çalışırlar: 1) kişi davranışını değiştirir 2) davranışına uymayan düşüncenin ağırlığını azaltmak için yeni bilgi arayışına girer 3) inandığı şeyin önemini azaltmaya çalışır.

Kuramı daha iyi açıklamak için, teoriyi öne süren ünlü sosyal psikolog Leon Festinger’in deneyinden bahsedelim kısaca. Bir grup öğrenciden bir saat boyunca sıkıcı bir iş yapmaları ve deneye katılacak bir sonraki öğrenciye deney hakkında olumlu şeyler söylemeleri istenir. Öğrencilerin bazılarına bu işi için 20 dolar verilirken, diğerlerine 1 dolar verilir. 20 dolar alan öğrencinin, bir sonraki katılımcıya deneyin eğlenceli olduğu yalanını söylerken, 1 dolar alandan daha fazla motive olması beklenir değil mi? Ama sonuçlar beklentinin aksine, 1 dolar alanların yalan söylerken daha motive olduğunu göstermiştir. Çünkü 20 dolar alan öğrenci yaptığı işin karşılığını zaten aldığını hissetmektedir. 1 dolar alansa sadece 1 dolar için böyle sıkıcı bir işi yaptığını kendisi de kabul etmek istemediği için, deneyin gerçekten de eğlenceli olduğuna kendini inandırır (2).

Acaba ebeveynlikte, annelikte de benzer bir bilişsel süreç işliyor olabilir mi? Uzun süren hamilelik süreci, günümüzde ne kadar kolaylaşmış olsa da sancılı bir doğum, doğumun ardından uykusuz geçen geceler, her yaşla birlikte farklı farklı krizler, eğitimi, gelişimi için harcanan paralar, zamanlar. Bebeğin dünyaya gelişiyle oldukça sorumluluk yüklü, uzun erimli bir görev üstlenen ebeveynler, özellikle de anneler, anneliğin anlamını da bu sorumluluk oranında yüceltmek istiyor olabilirler mi? Böylesi bir fedakarlığı rasyonel kılmak için, annenin bu süreçle ilgili olumlu deneyimlerini zihninde yeniden değerlendirmesi ve büyütmesi gerekiyordur belki. Ve yine belki bu nedenle, çocuk sahibi olmanın ne kadar harika ve özel bir deneyim olduğunu sık sık duysak da, ne kadar zorlu olduğunu söyleyenlere rastlamak çok da mümkün olmuyor. Bu cesareti gösterenler de, çoğunlukla bir linç kampanyasıyla karşılaşıyor (3).

Fransız Psikanalist Corinne Maier, anneliğin çok zor zanaat olduğunu ve anne olmaktan dolayı pişman olduğunu yüksek sesle dile getirmekle kalmayıp bir de üstüne "Çocuk Sahibi Olmamak İçin 40 İyi Neden" adlı bir kitap yazıyor. Maier bu kitabında, bebeği ebeveynin cinsel hayatını sona erdiren, banka hesabını boşaltan, kariyerini sekteye uğratan ve özgürlüğünü elinden alan bir varlık olarak tarif ediyor. Ayrıca, idealize edilen ebeveynlik mitinin ekonomiye düzenli tüketici sağlamak gibi bir işlevi olduğunu dile getiriyor. Elbette bu tüketici adayları, aynı zamanda piyasa için daha ucuz iş gücü anlamına da geliyor (4).

Aslında zihnimde tüm bu düşünceleri canlandıran, yakın zaman önce okuduğum bir haber oldu. Tayvan’da bir anne, diş hekimi olan çocuğuna, onu yetiştirip okuturken harcadığı paraları geri almak üzere bir dava açmış ve davayı kazanmış (5). Bu o kadar alışılmadık bir düşünce biçimi ki, anneyi canavar ve menfaatçi olarak yaftalamak işten değil. Böyle bir anne hakkında siz ne düşünürsünüz? Çocuğunu karşılık almak umuduyla büyütmüş ve okutmuş canavar bir anne mi var karşımızda? Peki, sosyal devlet dünyanın önemli bir bölümü için mazide güzel bir anı olarak kalır, insanın yetiştirilmesinde devletin sorumlulukları giderek azalır, bugün dişini tırnağına katıp çocuklarını en iyi şartlarda yetiştirmeye çalışan ebeveynler, günün birinde çalışamaz hale geldiklerinde onları nelerin beklediği belirsizliğiyle yaşarken; ebeveynin çocuğuna gerçek anlamıyla yatırım aracı olarak bakması şaşırtıcı mıdır?

Sahip olmanın suçundan ve ekonomik rekabetin yükünden arınmış bir çocuk, yapılması gerekeni yapma iradesi ve bunu yaparken coşku duyma yeteneğiyle büyüyecektir.
Mülksüzler, Ursula K. Le Guin

Fransız yazar gibi, çocuk büyütmenin çok eziyetli olduğu gerçeğinden yola çıkarak insanlığa topluca üremeyi durdurma çağrısında bulunmak değil benim niyetim. Elbette, dünyaya bir çocuk getirip onu büyütmenin, ancak yaşandığında anlaşılabilen çok tatmin edici, ödüllendirici yanları vardır. Anne olmayı hayatının dönüm noktası, yaşadığı en güzel his olarak tanımlayan, çocuğuyla kurduğu bağı hiçbir şeye değişmeyeceğini iddia eden bunca kadın hayal dünyasında yaşıyor olamaz. Sorun, çocuğu dünyaya getirme ve yetiştirme sürecinin aşırı idealize ve romantize ediliyor olmasında. Böyle bir yaklaşım, ebeveynliğin zorluklarının dile getirilmesinin önünü kesiyor. Ebeveyni, özellikle de anneyi, çocuğu yetiştirme sürecinin tek sorumlusu haline getirip, yalnızlaştırıyor ve insanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeğini gölgeliyor.

‘Ebeveyn olmak çok zor bundan sonra üremeyelim’ demeyeceksek, insanın toplumsal bir varlık olduğu, bu nedenle o toplumsal varlığı yetiştirmenin toplumsal bir görev olduğu gerçeğinin altını çizmeli, çocuk yetiştirmenin toplumsallaşması için çaba göstermeliyiz. Bu, hem maddi manevi tüm olanaklarını biricik varlığı olan çocuğu kurtlar sofrasında iyi bir yer edinsin diye kendini yiyip bitiren orta sınıf ebeveyninin, hem de o sofrada iyi bir yere sahip olmak için, tüm çocukluğu bir at yarışındaymışçasına geçen orta sınıf çocuğunun; hem kurtlar sofrasında çocuğuna iyi bir yer sunamayacak olmanın suçluluğunu yaşayan emekçinin, hem de imkansızlıklar içinde büyüyüp sofrada karnını doyuracak bir yer bulabileceği dahi kuşkulu olan emekçi çocuğunun en insancıl çıkışı olacaktır. Ayrıca anneliği tüm yüklenmelerinden arındırarak özgürleştirmenin de tek yolu budur.

Kaynaklar

  1. Cournut, Jean (2005). Erkekler Kadınlardan Neden Korkar, İletişim Yayınları
  2. Festinger’ın deneyini Youtube üzerinden izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=korGK0yGIDo
  3. http://www.5harfliler.com/bir-tabunun-yikilisi-cocuk-sahibi-olmaktan-pismanlik-duyanlar/
  4. Maier, Corrinne (2009). No Kids: 40 Good Reasons Not to Have Children, Emblem Editions
  5. http://www.bbc.com/news/world-asia-42542260