Bütün Mümkünlerin Kıyısında

tanrının düşüyüz, dedi o yaşlı adam
bizi unutunca ölüyüz…
E. Cansever

Her şeyin başında yasak vardı. İlk yasak insanoğlunun arzusuna engel olamadı. Adem ve Havva yasak meyveyi yiyerek cennetten kovuldular. O günden bugüne insanoğlunun arzusu dış gerçeklikle sonsuz bir karşıtlık içindedir. Ancak insan, yasaklarla çevrelenmiş bir dünyada yasakları delmenin türlü yollarını bulmuştur: rüyalar, düşlemler ve sanat, aslında arzularımızla taban tabana çelişen yasakları aşmanın araçlarıdır.

Sanatta olanaksız diye bir şey yoktur. Kelimelerin iki boyutlu dünyasında, renklerin boyutları aşan gerçekliğinde, notaların sonsuz bileşimle yan yana gelişinde belki de tek sınır sanatçının bilinçdışıdır. Turgut Uyar tek dizelik şiirinde bunu mu anlatmak istemiştir bilinmez ancak çok güzel ifade etmiştir: sanatçı gerçekten de "bütün mümkünlerin kıyısında" olandır. Yani denilebilir ki sanat insanoğlunun olanaksızı olur kılma çabasının sonucu ve her sanat eseri bu yönde bir kalkışmadır.

Rene Magritte, "Attempting to the Impossible" ("Olanaksıza Kalkışmak&quot) adını verdiği eseriyle bu gerçeği ortaya koyar gibidir. Peki, Magritte’nin adı geçen eserinde söz konusu olanaksız nedir? Elbette neyi kastettiğini en iyi sanatçının kendisi bilebilir ancak ben bu yazıda sözü geçen yağlı boya tablonun bende uyandırdığı duygu ve düşünceleri ele almayı deneyeceğim. Dilerim bunu yaparken John Berger’in ifadesi ile "açıklanmasa apaçık olan şeyleri açıklamaya kalkışarak resmi bulandır"mış olmam.

Tablodaki adam elinde paleti ve fırçasıyla ayakta durup bütün ciddiyeti ile çıplak bir kadın çizmektedir. Resmin önemli bölümü bitmiş geriye sadece kadının sol kolu kalmıştır. Burada ilginç olan ortaya çıkan eserin bir tablo değil "en az resmi çizen adam kadar gerçek" bir kadın olmasıdır.

Rene Magritte Attempting to the Impossible Attempting the Impossible, 1928, Rene Magritte

Resim bize ilk bakışta Yunan Mitolojisi kahramanı Pygmalion’un hikâyesini hatırlatır. Antik yazarlardan Ovidius tarafından anlatılan hikâyeye göre Kıbrıslı heykeltıraş Pygmalion kadınlardan nefret etmektedir ve kendini sanatına adamıştır. Günün birinde fildişinden bir kadının heykelini yapmaya karar verir ve o zamana kadar yapılmış en güzel kadın heykeli olur bu. Defalarca düzeltip tekrar tekrar biçimlendirdiği bu heykele sonunda âşık olur. Bir süre eserine gerçek bir kadınmış gibi davranan Pygmalion bir gün tanrıça Venüs’e yalvarır ve yaptığı heykele benzeyen bir kadınla karşılaşmasını sağlamasını diler. Eve dönüp her zamanki gibi heykelin dudaklarına ateşli bir öpücük kondurduğunda bu kez bir taşın soğukluğuyla değil canlı bir kadının sıcaklığıyla karşılaşır. Dileği kabul olmuştur(1).

Nasıl ki Âdem Tanrı’nın düşüyse, efsaneye göre Âdem’in kaburga kemiğinden meydana gelen Havva da Âdem’in düşüdür. Böylesi bir yaradılış efsanesinin erkek egemen toplumlarda yitirilmiş tüm-güçlülüğü telafi eden bir işlev gördüğü söylenebilir. Yukarıda kısaca aktardığımız Pygmalion’un hikâyesinde de Magritte’in tablosunda da bu düşün yansımalarını görmek mümkündür: "kendi kadınlarını kendileri yaratan erkekler".

***

Tam bu noktada aklımıza birden fazla soru gelir. İnceleyeceğimiz tabloya ve yukarıda andığımız ünlü efsaneye konu olan yaratma hikâyesi nasıl okunmalıdır? Burada söz konusu olanın narsistik bir doyuma ulaşma çabası olduğu söylenebilir mi? Böylesi bir yaratma arzusunun altında geride bırakılmış biseksüeliteye geri dönme özlemini arayabilir miyiz? Ya da tüm bu hikâyelerin erkeklerin kadınlara dair korkularına karşı bir savunma işlevi gördüğü mü söylenmelidir?

Sanatçının Tüm-güçlülüğü

Söz konusu tabloya değinmeden önce psikanaliz ve sanatsal yaratı arasındaki ilişkiye kısaca göz atalım. Adela Abella’nın özetlediği haliyle ele alırsak: eserlerinin izini sürdüğümüzde, Freud’un sanata yaklaşırken kullandığı bir takım paradigmalar olduğunu fark ederiz. Birinci olarak sanat eserini, sanatçının bilinçdışının ve çatışmalarının yansıtıldığı bir alan olarak değerlendirir. İkinci paradigmada sanat ve çocuk oyunu, sanat ve histeri/nevroz ve son olarak sanat ve düşler arasındaki ilişkiyi inceler. Freud üçüncü yaklaşımda sanatçı ve eseri arasındaki ilişkiyi açıklarken özdeşim kavramını kullanır: sanatçı, arzu ve düşlemlerini yapıta yansıtarak yüceltme yolu ile doyuma ulaşır. Bu noktada Abella, Freud’un yüceltileni sadece cinsel arzu olarak ele almadığını, sanatsal yaratının aynı zamanda düşüncelerin tüm-güçlülüğü için de bir sığınak olarak kabul ettiğini hatırlatır (2).

Magritte’in incelediğimiz eserinde özellikle yukarıda bahsedilen iki noktanın daha ayrıntılı ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Sanatçının yaratısı yoluyla her türlü isteğini geçekleşebilir kılması başlı başına bir tümgüçlülük göstergesidir. Ancak Magritte’in eserinde farklı olan ve bu farklılıktan dolayı izleyicide çarpıcı bir etki bırakan bir yan daha vardır. Tabloda tüm ayrıntıları ile resmedilen ve sanatçının cinsel arzularının yüceltilmiş bir ifadesi olan çıplak kadın bedenine, elinde fırça ve palet tutan bir adam yaşam vermektedir. Magritte’in yapıtında sanatçının tümgüçlülüğünün deyim yerindeyse karesi alınmıştır. Böylece bu tablo bizi "Havva’yı yaratan Adem"i yaratan Tanrı ile karşı karşıya bırakır. Neredeyse tanrı-ressamın eli gözümüzün önünde canlanacak ve "ben her şeye kadirim" diyen sesi duyulacaktır. Böylece sanatçı bütün sanat yaratılarının gizil özelliği olan bir niteliği (sanatçının tümgüçlülük düşlemlerini) oldukça ironik bir biçimde gözlerimizin önüne sermiştir.

Sanatçı ve Narsistik Bir Uzantı Olarak Eseri

Dürtünün bebeğin kendisine yöneldiği oto-erotik dönemden sonra anne memesi devreye girer ve bebeğin kısmi nesne ile olan ilişkisi başlar. Burada nesne önce kendiliğin bir uzantısı olarak algılanır ve giderek farklı bir nesne olduğu kavranır. Abella da yukarıda alıntıladığımız makalesinde sanatçı ve yaratısı arasındaki ilişkinin bahsettiğimiz bu iki düzleme paralel bir şekilde ele alınabileceğini ifade eder: ‘kendiliğin bir uzantısı olarak yaratı’ ve ‘nesne-ilişkileri bağlamında yaratı’ (2). Magritte’in eseri bu bağlamda incelenmeyi hak ediyor diye düşünüyorum.

Magritte’in tablosunda ressam ve kadın arasında gördüğümüz ilişki daha çok insan yavrusunun ilk dönemlerinde dünya ile kurduğu ilişkiyi hatırlatır. Tabloda nesnenin yaratıcısından ayrı bir varlığının olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kadın, ressamın düşlemlerinin bir ürünü olduğu oranda onun narsistik bir uzantısıdır.

Biseksüelite

Her insan yavrusu (hermafroditizmin istisnai bir durum olduğunu not düşersek) dünyaya bir cinsiyetle gelir. Bununla birlikte ödipal döneme kadar çocuk için cinsiyeti bir şey ifade etmemektedir. Büyük olasılıkla herkesin kendisi gibi sanıldığı o süreç, karşı cinsten bir diğerinin cinsel organının görülmesi ile sona erer. Artık çocuk kendisi gibi olmayan bir cins daha olduğunun farkındadır. Gizil dönem boyunca bu konuyu pek gündemine almayan çocuğumuz ergenlikte bir seçim yapmak zorunda kalır. Kadın mı olacaktır yoksa erkek mi? Ergenliğin temel "ben kimim?" sorusunun yanıtlanması gereken bir alt başlığıdır bu. Bu soruya verilen yanıt hangisi olursa olsun insanoğlu henüz cinsiyetsiz (ya da her iki cinse ait olduğu) o dönemlere ait özellikleri ceplerinin derinliklerinde hep bulundurur. Pontalis’e göre "biseksüelite miti iki karşıt düşlemiiçermektedir ve bu ikisi arasında olanaksız bir uzlaştırma çabasıdır: olumsuz düşlem kendinikastrasyona karşı korumaya eğilimlidir ki bu, arzu edilen nesneyi hükümsüz kılmaya yarar (ne erkeksi ne de kadınsı, Green tarafından tarif edildiği gibi (1973) nötr bir cinsiyet ya da Argentieri (1988) tarafından ifade edilen melek cinsiyeti); olumlu düşlem, kendine mal etmeyoluyla öznenin cinsiyetler arasındaki farklılığı kavramasını sağlar" (3).

Sanatçının biseksüel kimliği de farklı zamanlarda farklı yazarlar tarafından incelenmiştir. Çeşitli yazarlar biseksüelitenin doyurucu düzeyde bütünleşmesinin sanatçının kadınsı olarak kabul edilen pasiflik, hassasiyet, yumuşaklık, bencil olmama ve verme eğilimi gibi özelliklerin yanı sıra güç, rekabet ve risk alma ve meydan okumaya eğilim gibi erkeksi olduğu düşünülen özellikleri bir arada kullanmasını sağlar (2).

Tabloya tekrar dönecek olursak burada resmedilen tam da Green’in bahsettiği gibi psişik biseksüelitenin düşlem (sanat eseri) yolu ile ayrışma-vazgeçmeden intikam alışıdır (3). Kişi bu yola sahip olmadığı cinsiyetin tadını çıkarabilecektir.

Erkekler Kadınları Neden Yaratmak İster?

Başlığa yerleştirdiğimiz soruyu yanıtlamadan önce daha genel bir sorunun cevabını arayalım: "Neden yaratmak isteriz?". Kadının –bir sağlık sorunu olmadığı ve arzu ettiği taktirde- hayatının belirli dönemlerinde doğal olarak sahip olduğu doğurma/yaratma kapasitesine karşılık erkek, yaratmak için farklı araçlar geliştirmeye mahkumdur. Otto Rank’ın neden yaratmak isteriz sorusuna verdiği cevap tatmin edici görünmektedir. Rank’a göre yaratıcılık, üreme arzularının bir yüceltmesi, kadınların doğum yapma kapasitesine duyulan kıskançlığın bir yan ürünüdür. Sonuç olarak sanatsal aktivitenin üreme ile aynı psikolojik işlevi karşılamaya, örneğin narsistik süreklilik ve ölümsüzlük yanılsamasını gerçekleştirmeye çalıştığı ve söylenebilir.

Tanrının bir söylence-inanıştan ibaret oldukça kuşkulu yaratıcılık vasfına karşılık kadın çağlar boyunca yeni çocuklara hayat vermiştir. Kadının bu büyüsel yaratma-doğurma niteliğinin bir erkek için anlaşılmaz geldiği oranda korkutucu olduğunu tahmin etmek çok da zor değildir. Erkekler Kadınlardan Neden Korkar (4) adlı eserinde sözünü ettiğimiz korkunun nedenlerini ele alan Jean Cournut şöyle söyler: "Temelde bir korkudur bu. O halde şu varsayım ileri sürülebilir: Erkekler kadınları egemenlikleri altında tutarlar çünkü onlardan korkarlar; kendilerini, korktukları şeye karşı savunmak için ellerinden geleni yaparlar; en akla yatkın olandan en büyüsel olana kadar her türlü yönteme başvururlar" (syf. 18). Yani, denebilir ki erkek kadını yaratmak ister çünkü kendisi yaratmamakta ancak yaratılmaktadır. Kadını yaratmak ister çünkü bu büyüsel yaratma gücünü egemenliği altına almak ister. Kadını egemenliği altına almak ister çünkü kadından korkmaktadır.

Magritte’in tablosuna geri dönecek olursak yukarıda ifade edilenlerin ışığında tabloda resmedilenin kadın resmedenin erkek olması hiç şaşırtıcı gelmemektedir. Tablodaki adam zamanında bir kadının- kendi annesinin yaptığı şeyi- şimdi ancak sanatın olanaksızı olur kılan aracılığı sayesinde yapabilmektedir. Zamanında ona yaşam veren annesinin ürünü gerçekliğin tüm boyutları ile kendisi iken o bir kadını yaratabilmek için aracının- fırça ve tuval- tüm sınırlarını zorlamak durumundadır. Böylece yukarıda ayrıntısı ile ele aldığımız tüm-güçlülüğüne ve biseksüelitesine de kavuşmuş olur.

Bunun dışında Magritte’in eseri ve genel olarak erkeğin kadını yaratma düşlemine ilişkin farklı bir okuma daha yapılabilir. Erkeklerin kadınlardan korkmalarına ilişkin onlarca neden saydığı kitabında Cournut "erkekler, kadınların erkeklere baktıklarında kendilerinde bir şeylerin eksik olduğuna inandıklarına inanırlar" der (syf. 34). Erkeğin penisini gören kız çocuğu "bende neden yok?" diye sorarken kız çocuğunun bir penise sahip olmadığını fark eden erkek çocuğu karşısındakinin "penisinin kesildiğine" inanır. Kadın penissiz oluşuyla erkekteki kastrasyon korkusunu canlı tutan içindeki boşluk nedeniyle de erkekte penisini alacakmış hissini uyandıran bir nesnedir. Bu nedenle erkek kadını yaratmak yoluyla kendisindeki eksik yanı tamamlamak böylece kendi kastrasyon endişesi ile başa çıkmak ister.

Toparlayacak olursak Magritte’in tablosu tüm sanat yaratıları gibi çok farklı okumalara açık bir eser. Kuşkusuz farklı gözler bu tabloda çok daha farklı okumalara yönelebilir. Benimse bu tabloyu gördüğümde zihnimde sanatçının narsisizmi ve biseksüel yanına ilişkin sorular uyandı. Bu iki başlığın dışında ve benim açımdan daha önemlisi tablonun erkeğin kadına bakışı ve kadın üzerinde kurduğu egemenliğe dair yorumlara kapı açıyor olmasıydı. Adem ve Havva mitinin binlerce yıl sonra farklı görünüşlerde karşımıza çıkıyor oluşu çokça ele alınmış ve alınmaya devam edecek derinlikte bir konudur ve psikanalizin zengin kavramlar dizgesi bu konuyu ele almak için oldukça keyifli bir zemin oluşturmaktadır.

Kaynaklar

  1. Hamilton, Edith (1996), Mitologya, çev: Ülkü Tamer, Varlık Yayınları, İstanbul
  2. Abella, Adela (2007) Marcel Duchamp: On the Fruitful use of Narcissism and Destructiveness in Contemporary Art. International Journal of Psycho-Analysis, 88:1039- 1059
  3. Ferraro, Fausta (2003) Psychic bisexuality and reativity. International Journal of Psycho- Analysis, 84: 1451-1467
  4. Cournut, Jean (2005) Erkekler Kadınlardan Neden Korkar, çev: Bülent Arıbaş, İletişim Yayınları, s.18, s.34