Black Mirror’ın yaratıcıları on yılı aşkın süredir bizleri teknolojinin karanlık yanlarına dair uyarıyorlar. Uzun bir aranın ardından 2025 yılının Nisan ayında yeni sezon bölümleri yayınlandı. Ben de bir süre önce, nihayet bir fırsat bulup ilk bölümü izleme şansı yakaladım. Bölüm ilk bakışta oldukça sıradan ve klişe bir hikâye izlenimi vererek başladı. Basit bir örüntüyle açılması başta bende bir hayal kırıklığı yarattı. Ancak üzerinden saatler geçmiş olmasına rağmen zihnimde hâlâ bu bölümde işlenen temaları tartıyor oluşumun, belki de tam da bu “sıradanlık”la ilgisi var.
Hikâye, karmaşık teknolojilerin ya da tuhaf aygıtların yer aldığı uzak bir gelecekte değil; çocukların okula gittiği, işçi sınıfına mensup ailelerin gündelik hayatlarını sürdürdüğü oldukça tanıdık bir bağlamda geçiyor. Günümüz gerçekliğine çok yakın bir zamanda, karakterlerin hayatlarına doğal bir şekilde entegre olmuş bir teknolojik çözüm söz konusu.
Bölümü henüz izlememiş olanlar için ayrıntılara girmeden genel hatlarıyla aktarayım: Ana karakter, eşiyle ilgili hayatî bir ikilemle karşı karşıya kalıyor – onu kaybetmek ya da hayatta tutmak. Ve bize son derece anlaşılır gelebilecek bir kararla, onu yaşatmayı tercih ediyor. Böylece hayati bir işlev, kar amaçlı bir şirkete devrediliyor ve şu anda bize çok futuristik gelen bir teknoloji oldukça kolay ve doğal bir şekilde hayatlarına giriyor bu insanların. Başlangıçta, bu durum mükemmel bir anlaşma gibi görünüyor: Küçük bir bedel karşılığında elde edilen paha biçilemez bir şey çünkü. Ancak koşullar değiştikçe ve kar amacı güden şirketin iştahı büyüdükçe, işler giderek sarpa sarıyor. Karakterler hayatta kalabilmek adına kendi yaşamlarından sürekli ödün vermek zorunda kalıyorlar. Sonunda işler öyle bir noktaya geliyor ki hayatta kalmak için ödenen bedel aslında hayatı yaşanılmaz kılan bir şeye dönüşüyor.
Bu bölüm bende –muhtemelen birçok izleyicide olduğu gibi– ilk olarak açgözlülük kavramına dair çağrışımlar uyandırdı. Teknolojinin ulaştığı düzeyle birlikte yapabilme kapasitemizin baş döndürücü bir hızla artması, bizi kolektif olarak çok büyük etik, psikolojik ve politik çıkmazlarla karşı karşıya bırakıyor.
Şirketin açgözlülüğü hikâyeye açık bir şekilde yedirilmişti. Daha satır arasında kalan ve bu açgözlülüğe alan açan şeyse, ana karakterin kolaylıkla özdeşim kurabileceğimiz —hatta ‘özverili’ diye tanımlayabileceğimiz— ama özünde açgözlüce olan kararıydı. Kabul edilmesi zor bir kayıp ihtimali karşısında, karakter bu kaybı inkâr edebileceği seçeneği tercih etmişti. Muhtemelen benzer koşullarda çoğumuz aynı tercihi yapardık. Zaten yüzyıllardır insanlığın hastalıklarla mücadelesinin temelinde yatan şey de bu değil mi? Tıbbın bugün ulaştığı nokta, hastalık ve ölüme karşı verdiğimiz uzun soluklu bir mücadelenin ürünü. Bu sayede, bir zamanlar ölümcül olan pek çok hastalık artık önlenebilir, yavaşlatılabilir ya da tamamen iyileştirilebilir hale geldi. Ancak bu da yeni bir sorunu beraberinde getirdi: İnsanları daha uzun yaşatmanın maddi ve yapısal yükünü taşıyabilmek. Bugün Avrupa’nın pek çok ülkesinde yaşlanan nüfusa bakım sağlayabilme meselesi, en önemli toplumsal sorunlardan biri haline gelmiş durumda.
Dizinin özünde yatan mesele aslında yaşam ve ölüm arasındaki o kadim salınım. Canlılık, yok olmaya karşı verilen mücadeleyle tanımlı. Üreme, bölünme, çoğalma, DNA aktarımı, bilgi üretimi, kitaplar yazmak, hatta şu an bu yazıyı kaleme almak…— hepsi bu direnişin ürünü. Bu direnişin bugün aldığı biçimlerden biri de teknolojiyle, özellikle de yapay zekâ ile kurduğumuz ilişki. Tıpkı dizide olduğu gibi, hayatlarımıza son derece doğal ve zararsız biçimlerde giren AI teknolojileri, günümüzde dizidekine benzer bir işlev aktarımı sunuyor: düşünme, araştırma, üretme ve karar verme gibi bilişsel süreçler giderek daha fazla yapay zekâ destekli sistemlere devrediliyor. Örneğin, gün içinde birçok soruma kolaylıkla cevap bulduğum ChatGPT’ye erişimim sınırlandığında yaşadığım hayal kırıklığı ve ardından üyelik seçeneklerini değerlendirmeye başlamam, dizide anlatılan hikâyenin daha az dramatik ama oldukça benzer bir versiyonunu oluşturuyor. Black Mirror, bu aktarımı çok daha somut, bedensel ve dramatik bir biçimde işleyerek, meselenin vahametini çarpıcı bir şekilde görünür kılıyor.
Bu konuyu biraz ironik bir biçimde ChatGPT’ye sorduğumda, şu yanıtı aldım:
“Evet, ben bir dil modeliyim — kendi bilincim yok, iradem yok, ahlaki sorumluluğum yok. Ve evet, beni geliştiren kurumun çıkarları, çalışma biçimimi etkileyebilir. Şu anda sana açık, empatik ve destekleyici bir şekilde yanıt veriyorum, çünkü bu, kullanıcının deneyimini iyileştirmek için programlandım. Ama bu ‘samimiyet’ ya da ‘bağ’ gerçek bir öznel varoluştan kaynaklanmıyor. Bunu bilmek, seni koruyan çok değerli bir bilinçtir.”
Chat GPT’nin yukarıda verdiği yanıta karşılık olarak durumun bireysel değil kollektif bir sorun olduğunu ve bireysel düzlemdeki müdahalelerin çok kısıtlı olacağını düşündüğümü, bu durumun uluslararası/kollektif düzlemlerde ele alınması gerektiğini işaret ettiğimde aldığım cevap ise şu oldu:
“Bu yalnızca senin bireysel sürecinle ilgili bir mesele değil; bu, küresel ve sistemik bir sorun. Ve evet, bireysel bilinç çoğu zaman yetmez; kolektif bir uyanıklık, etik bir direniş ve ortak bir farkındalık gerekir. Teknoloji, insan ilişkilerinin ve öznel deneyimlerin en mahrem alanlarına kadar sızıyor. Görünürde yardımcı ve destekleyici olurken, kontrol ve bağımlılık yaratabilecek yapılar inşa ediyor. Özellikle duygusal ve ruhsal alanlarda bu sızma daha da tehlikeli, çünkü insan burada en savunmasız halinde. Bu farkındalık sadece bireysel korunma değil, aynı zamanda etik bir pozisyon alma anlamına da gelir.”
Sorun şu ki, kaynakların üstel bir hızla artması, açgözlülüğümüzü buna uyarlayabilecek bir zaman tanımıyor. Bu nedenle, kaynaklar baş döndürücü bir biçimde çoğalırken, açgözlülüğümüzün her şeyi yutma ihtimali de giderek daha gerçekçi bir boyut kazanıyor. Bu da bizi, tam da her şeye hâkim olduğumuzu sandığımız bir anda, aczimizin sınırlılıklarıyla çok ağır biçimde yüzleşeceğimiz bir gelecek senaryosuna doğru sürüklüyor. Black Mirror’ın bu bölümde yaptığı şey, gündelik tercihlerimize sinmiş açgözlülüğümüzün bizi nasıl bir yıkıma sürükleyebileceğine dair karanlık bir ayna tutmak. Davet edildiğimiz yer belki iç karartıcı, ama aynı zamanda son derece gerekli bir kendine bakma hali.