“Şüphesiz ki...” Ülkesi

Şüphe’yi iç kemiren, bir an evvel kurtulunası bir duygu olarak tasvir etmeye meyilliyiz çünkü şüphe, sonrasında sonsuz mutluluk bahçesi cennete mi, yoksa zebanilerle dolu cehennem kazanlarına mı gönderileceğimizi bilmediğimiz bir araf yeridir. Şüphe eden insana nesnesi ne koşulsuz teslim olunacak kadar iyi ve güvenilir, ne de şeytan ilan edebileceği kadar tekinsiz ve zararlı görünür.

Koşulsuz teslimiyette birey ne yapması gerektiğini iyi bilir. Kendisi için çizilmiş güvenli sınırlar içinde kendine biçilen rolü oynamak ve zihni öte-yerle ilgili gereksiz meşgul etmemek yeterlidir. Epey huzursuz ve korkutucu olsa da, paranoyak için de dünya oldukça açıktır. Herkes kötü, herkes düşman ve ötekine yaklaşmak zararlıdır. Bu nedenle neredeyse tüm yaşamsal enerji kendiliği ötekinden gelecek zarardan korumak için harcanır.

Paranoyanın yıkıcılığını bireysel boyutta da, toplumsal boyutta da görüp analiz edebiliriz. Çok az ruh sağlığı çalışanı klinikte karşısına çıkan paranoid bir tabloyu gözden kaçırır. Oysa paranoyanın ikiz kardeşi koşulsuz teslimiyet için aynı durum söz konusu değildir. Paranoyanın zihinde uyandırdığı nahoş çağrışımların aksine teslimiyet sanki hep huzurla eşleşir. Ülke sınırlarına uzun kalın duvarlar döşemek isteyen paranoyak lideri yaylım ateşine tutanlar, aynı liderin akıldışı hallerine teslim olan kalabalığı kolaylıkla es geçebilir.

“Dünyadaki herhangi bir yerin, kendi on hektarlık alanlarından daha hoş ya da ilginç olabileceğine dair en ufak bir şüphe bile duymaksızın neredeyse bin yıl boyunca oldukları yerde kaldılar.”

H. L. Davis’in Boynuzdaki Bal (Honey in the Horn) adlı romanında, dünyanın geri kalanından uzakta, kendi küçük mahallelerinden dışarı çıkmamış Kızılderili Atabask kabilesini tanımlamak için kullandığı bir cümle bu. Bu grup adına üzülmek de, onlara hayran olmak da mümkün ve bu duygu yelpazesinin neresinde yer aldığınız kanımca ideolojik bir konumlanışı anlatır.

Tek tanrılı dinler, insanoğlunun dünya üzerindeki serüvenini şüpheyle başlatır. Söz konusu serüvenin geldiği noktaya bakıp karamsar bir tablo görenler “o kahrolası elmayı yemeseydik, cennetimizde korunaklı ve huzurlu bir varoluşun keyfini sürecektik” deme eğiliminde olabilir. Ben dünya üzerindeki maceramızı her şeye rağmen çok heyecan verici bulduğumdan kadir-i mutlak’ın yasak ve yasalarından şüpheye düşüp elini elmaya uzatan Havva’ya büyük bir şükran duyuyorum. Belki de bu nedenle, şüphe üzerine düşünmeye başladığımdan beri zihnime üşüşen “Şüphesiz ki…” girişli cümlelerin felç edici rahatlığından aynı ölçüde huzursuz oluyorum.

Hakikatin peşine gerçekten düşmek istiyorsan, hayatında en az bir defa, tüm şeyler hakkında şüpheye düşmelisin. Descartes

Şüphe etmeyi bırakmamızı salık verenler bize her şeyiyle açıklanmış, kendimizi teslim etmemiz gereken bir dünya sunduklarını iddia ediyor. Bu huzurlu topraklar vaadine kulak tıkamak kolay değil. Kafatasımızın içinde kendisinden bile şüphe edebilme cesaretini gösterecek kadar evrimleşmiş ve kendi varlığını kendisine ispat etmeye girişmiş (düşünüyorum, öyleyse varım) bir organ taşıyorken, kepçe kepçe huzur dolu teslimiyet tabağını önümüze uzatanlar bizden ne bekliyor olabilir? Bu soruya psikolojik bir bakışla yanıt vermek istiyorsak, Melenie Klein’ın bebeğin erken dönemlerini tarif etmek üzere ortaya attığı paranoid şizoid konuma kısaca değinmek gerekiyor.

Kaba hatlarıyla tarif edecek olursak, paranoid-şiozid konumda bebek kendisini ve dünyayı (anne memesi) iyi ve kötü olarak tamamen ayrıştırır. Klein’a göre, yaşamının ilk aylarında bebek içerideki yaşam ve ölüm dürtüleriyle baş etmek için onları dış dünyaya fırlatır. Yani, yaşamsal dürtüler kendisine doyum sağlayan “iyi meme”ye, ölüm dürtüsü ise kendisini sütten mahrum bırakan “zulmedici/kötü meme”ye yansıtılır. Daha sonra bu iyi ve kötü nesneler tekrar iç dünyaya alınır. Böylece bir yansıtma ve içe alma döngüsü devam eder. Böyle bir ayrışma, iyi memeyi zulmedici ölüm dürtüsünden korumaya yarar. İyi meme deneyiminin yeteri kadar içselleşmesi ve güçlenmesi, bebeği bir sonraki konum olan depresif konuma hazırlar. Bebek yaklaşık 6. ayında nesneyi bir bütün olarak algılamaya başlar. Bu dönemde birleşmenin görece sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi, o zamana kadarki iyi nesne deneyimlerinin zulmedici nesne deneyimlerinden daha güçlü olmasıyla mümkündür. Bu dönemde çocuk belirsizliğe daha çok tahammül edebilmeye, nesnenin iyi ve kötü yanlarıyla bir bütün olduğunu fark etmeye başlar. Artık nesnesi, tamamen zararlı algılanacak kadar yoğun şüphe uyandırmamaktadır ama hiç şüphe duyulmayacak kadar mükemmel de değildir. Kötü nesne aynı zamanda iyi nesnedir. Bu nedenle nesneye duyulan agresyon beraberinde suçluluk ve şükran duygularını getirir ve onarım mümkün olur. Bu yazının sınırlarını aştığı için oldukça kaba bir şekilde tarif ettiğimiz bu döneme dair daha ayrıntılı bir okuma için elbette öncelikle Klein’ın eserlerine, genel bir özet içinse Bella Habip’in yazısına bakılabilir.

Paranoid-şizoid konum olağan koşullarda yerini depresif pozisyona bıraksa da, kişi hayatı boyunca özellikle yoğun stres altında olduğu ve kendisini güçsüz hissettiği zamanlarda bu konuma gerileyebilir. Yeteri kadar dikkatli bakıldığında benzer bir işleyişin varlığını toplumsal düzlemde gözlemlemek oldukça kolaydır. Tıpkı bireyler gibi tehdit altında hisseden topluluklar da kendilerine ait agresyonu tamamen dışarı yansıtıp yansıttıkları agresyonun nesnesinden (kötü meme) korunmak için ideal/kurtarıcı siyasal figürler (iyi meme) yarattıkları paranoyak dönemler geçirebilirler. Bu gibi zamanlarda bütün iyi nitelikler ait olunan toplulukta cisimleşirken öteki; ortadan kaldırılması gereken zararlı bir ura dönüşür. Böyle bir dünyada taraflar belli, sınırlar keskindir. İktidarın hikmetinden, ötekinin husumetinden sual olunmaz. Okuyucunun, bahsedilen işleyişe dair geçmişten ve günümüzden, yanı başımızdan olduğu kadar çok uzak coğrafyalardan onlarca örneği bir solukta aklına getirebileceğine eminim.

Bahsedilen konum, evrimsel süreçlerle gelişmiş kaç ya da savaş tepkimizle de uyumludur ve gerçek bir tehditle karşı karşıyayken böyle bir tutum sergilemenin hayati önemi yadsınamaz. Namlusunu üzerimize doğrultmuş, hızlı adımlarla bize yaklaşan bir yabancının elindekinin oyuncak tabanca, niyetininse oyun oynamak olduğundan şüphelenmek hayatımıza mal olabilir. Diğer yandan, tehdit altında hissetme hallerinin fazla uzaması, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde oldukça tüketicidir. Oysa günümüzde, ülkemiz dahil bir çok coğrafyada, bu tehdit hallerinin neredeyse kesintisiz devam ettiğine tanık oluyoruz. Kuzey Kore’nin nükleer silahı ABD’nin Teksas eyaletindeki genci; Polonyalı göçmenin ucuz emeği Birmingthom’daki İngiliz işçiyi; dış mihraklar ülkemizi bir türlü rahat bırakmıyor ve “Şüphesiz ki..” ülkesinin davetçileri bizi şeylerin bembeyaz ya da kapkara algılandığı bu paranoid-şizoid konuma çağırıp duruyor.

Sırtımızda varoluşun ağır yükünü taşıyorken şüphe duymaksızın sığınacağımız bir liman arayışı elbette çok insani. Ancak, böyle bir limana ulaşmak için önce şüphe denizinde yüzmek ve vardığımız limanda şüphe edebilme yetimizi diri tutmak da bir o kadar gerekli. Zira teslimiyetin huzurlu kolları, paranoyanın yırtıcı tırnaklarıyla bezeli.